“Dünya bir kitaptır ve seyahat etmeyenler, onun sadece bir sayfasını okurlar.” -Aziz Augustine
Gözümü açıp tavandaki işlemeleri görünce, kısa bir şaşkınlık yaşadıktan sonra nerede olduğumu anımsadım. Gece çok yorgun olarak girdiğim konağın üst kattaki odasını inceleme fırsatı bulamadan uykunun kollarına bırakmıştım kendimi. Güneşin yaydığı ışık huzmeleri, sabah rüzgârının etkisiyle yüksek tavanda perdenin salınışıyla çeşitli gölge oyunları yapıyordu. Yataktan kalkıp, her sabah mutlaka yaptığım gibi pencereyi açıp derin nefesler alıp verdim. Odanın içine göz gezdirirken, taş oyma tekniğiyle yapılmış süslemeler, birbirine geçmiş kıvrım dallar, kafes örgü motifler, hilal ve yıldız şekilleri dikkatimi çekti. Odamdan avluya açılan pencereden bakarken konağın büyüleyici güzelliği beni adeta esir aldı. Hızlı bir şekilde giyinip çıktım. Ön avludaki terasa çıkıp, önümde uzanan, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış Mezopotamya topraklarına baktım. Sabahın huzurlu sessizliğinde bir süre kuş seslerine kulak verdim. Biraz zaman geçmiş olmalıydı konağın mutfağında kahvaltı hazırlıkları başlamıştı. Alt kattaki mutfaktan Reyhani türküsünün hafif tınıları üst avluyu doldururken konağın ruhu tüm bedenimi sarmıştı. Keyifli geçen kahvaltının ardından kendimi dışarı attım. Kentin, eski devirlere ışınlanmış hissi yaşatan dar sokaklarında kayboldum. Dip dibe sıralanan taş evlerden yükselen sesler buradaki yaşamın hala canlı bir şekilde devam ettiğini gösteriyordu. Bir insanın dahi zor geçebileceği dar yollara saptım. Her köşe başında farklı insan suretleriyle karşılaştım. Türklerden, Kürtlere, Süryanilerden, Yezidilere ve Araplara kadar farklı din ve mezhepten birçok insanı buluşturan bu topraklardan çok etkilendim. Dar sokaklardan meşhur 1. Caddeye çıktım. Yol boyunca sıralanan dükkanlar…Kaldırım taşlarına yazılmış ünlü şairlerden dizeler.. Çarşı esnafının güler yüzü, cömert konuk severliği ve oldukça sevecen tavırlarından hoşnut oldum. Süryani çöreği, badem şekeri ve çeşitli kahve türlerine varan ikramlarla midemi de ruhumu da doyurarak caddenin sonuna varmıştım. Esnafın bende bıraktığı güzel izlenimi kalbimin bir köşesine alıp, Dara harabelerine doğru yol aldım. Yedi bin senelik geçmişiyle bölgenin en önemli antik kentlerinden birisi olan Dara’dan oldukça etkiledim. Su sarnıçları, tiyatrosu, kilisesi, köprüsü, çarşısı, tophanesi ve kırk metre derinliğe sahip olan yeraltı şehri ve sır dolu tarihiyle Dara harikaydı. Dara antik kentini ardımda bırakıp tekrar yola koyuldum. Yol beni Deyrulzafaran Manastır’ına çıkardı. Gökyüzüne uzanan kocaman ağaçların salındığı geniş bir alana kurulmuş, kentten uzakta huzurun sesi olan harika yapı… Süryaniler için önemi büyük olan mekânın ovaya hakim konumu ve mimarisiyle büyülendim. Manastırın iki yana ayrılan merdivenlerinden çıkıp geniş avluya ulaştım. Çeşitli odalara açılan avlunun ortasında yer alan su kuyusu ve dört bir yanı saran renkli çiçeklere sahip ağaçlar… Güneşe tapan Şemsilere ait Güneş Tapınağı üzerine kurulan manastırı, kulağımda -bir yer bulalım dünyadan uzak- şarkısı eşliğinde gezdim. Latince ilahilerin yükseldiği ibadethaneden ayrılıp Artuklu mimarisinin en güzel örneklerinden Ulu Cami’nin avlusuna öğle ezanıyla beraber vardım. Birbirine karşılıklı bakan iki ayrı kapısıyla girilen avlunun ortasında bir çeşme vardı. Çeşme, insan ömrü ile ilişkilendiriliyordu. Su küçük havuzda çocukluk günlerini, buradan daha büyük olan ikinci havuz orta yaş dönemini simgeliyordu. Oradan da mezar şeklindeki üçüncü havuza yani kaçınılmaz sona akıyordu. Ezanın sona ermesiyle ruhumun sükunet bulduğunu hissettim. Şehrin simgesi olan camii Mezopotamya topraklarının göğe yükselen mimari şaheseri gibiydi. Ulu caminin huzur veren havasından ayrılıp, Midyata doğru hareket ettim. Kendimi zaman tünelinde yolculuğa çıkmış gibi hissettim. Yeni Midyat’ın beton binalarından başka yüzyıla geçiş yapmıştım. Çölün ortasında bir vahaya düşmüş gibi… Eski Midyat’ın güzelim taş konakları, arnavut kaldırımlı sokakları ve telkari sanatının inceliklerinin sergilendiği muhteşem çarşısı… Midyattaki taş konakları gezerken, orada yaşayan insanların hayat tarzlarını düşünmek, kültürlerine ortak olmak, farklılıkların onları ayrıştırmak yerine zenginleştirdiğini görmek güzeldi.
Gün geceye dönerken, şehrin köklü ailelerinden Şahtanalara ait olan Şahtana Konağına geri dönmüştüm. Merdivenleri çıkıp odaların açıldığı avluya vardım. Gökyüzünün rengi turuncudan maviye dönerken adımlarım beni ön terasa doğru götürdü. Örme taş duvarın üzerine oturup, önümde uzanan geniş ovaya bakıp başımı göğe kaldırdım. İyice koyulaşan maviliğe eşlik eden dolunaya bakarken buradan binlerce kilometre uzakta, yıllar önce yaşamış Borges’in kaleme aldığı şu satırları anımsadım.
“Sessiz arkadaşlığı ayın eşlik ediyor sana, dalgın gözlerinin bugün toza dönüşmüş
bir bahçe ya da avluda onu son kez çözümlediği
-zamanın derinliğinde yitip gitmiş- o akşam
ya da geceden bu yana. Son kez mi?
Biliyorum, biri çıkıp şöyle diyebilir günün birinde sana, tam da gerçeği söyleyerek:
Parlak ayı görmeyeceksin artık, tükettin yazgının sana bağışladığı fırsatların toplamını.
Tüm pencerelerini açsan da dünyanın, boşuna çok geç artık. Onu bulamayacaksın bir daha.
Yaşamımız boyunca keşfeder ve unuturuz o alışılmış güzelliğini gecenin.
Biliriz, göktedir hep ay. Oysa iyi bakmak gerekir ona.
Kim bilir, belki de sonuncusudur!”
Gecesi gerdanlık gündüzü seyranlık Mezopotamya’nın incisi, taşın ve hoşgörünün kenti Mardin’de Şahtana konağında geçirdiğim o son gecede, yöresel lezzetlerden oluşan sofraya Burcu Yeşilbaş’dan “Sen Bir Aysın” türküsüde eklenince kente veda etmenin verdiği hüzün ile gözlerim uzaklara çok uzaklara dalıp gitti…