“Ah duman karaduman sardı dört yanumuzi
Ander kalsun sevdaluk oy alacak canumuzi”
Yeşilin binbir tonuna şahit olduğum vadileri, tarihi taş köprüleri, yolu bile olmayan dağ köyleri, başı dumanlı yaylaları, hırçın dalgalı denizi, delişmen akan dereleri, büyüleyici şelaleleriyle geçtiğimiz hafta Doğu Karadeniz’in harika kenti Rize’deydim.
Karadeniz sevdam bir başkadır. Doğayla iç içe olmayı sevdiğimden olsa gerek. Çünkü doğa denilince akla gelebilecek tüm güzellikleri, bu coğrafya büyülü bir şekilde önünüze cömertçe sunuyor. Tüm bu güzelliklerin yanında içten davranışları, samimi tavırlarıyla her biri şahsına münhasır, farklı bir zekaya sahip Karadeniz insanı da eklenince gezimiz bambaşka bir hale bürünüyor. Uzun bayram tatilinin sonrasında gittiğimizden olsa gerek yorucu insan toplululuklarından arınmış bir Karadeniz karşılıyor bizi. Bir yerde insan kalabalıklığı varsa zaten oradan alacağım lezzet oldukça farklılaşıyor. Doğaya kaçış sebebimiz de biraz insanlardan uzaklaşmak değil mi? Çevremizi saran riyakar, samimiyetsiz, içten pazarlıklı insanlardan artık kaçmak ve nefes almak istemiyor muyuz? Doğanın üzerimizde iyileştirici bir etkisi var. Çünkü doğa bize asla ihanet etmiyor. Tabiki bizler onun düzenini bozmadığımız, ona müdahale etmediğimiz kısacası ona ihanet etmediğimiz sürece.
Karadenizde geçirdiğimiz birkaç günden biraz bahsetmek istiyorum. İlk gün; Çamlıhemşin’in eşsiz yaylalarına çıkıyoruz. Daha önce Pokut ve Sal yaylasını görmüş olsak da çok merak ettiğim Huser yaylasına ek olarak tekrar bu yaylalarla güne başlama kararı alıyoruz. Uzun ve biraz yorucu yayla yolunun sonunda ilk durağımız Pokut oluyor. Çamlıhemşin İlçesi’nin güneyinde, Fırtına ve Hala derelerinin oluşturduğu vadiler arasında yer alan yayla, yaklaşık olarak 2030 metre yükseklikte yer alıyor. Pokut’a vardığımızda burada duyduğum heyecanı hangi hızlı şehir bana yaşatabilir diye de düşünmeden edemiyorum? Sisli manzaralar ve otantik ahşap evler yaylaya adeta masalsı bir hava veriyor. Pokut’dan ayrılıp kısa bir yolculuktan sonra Sal yaylasına ulaşıyoruz. Sal yaylası ise bize tam bir lezzet şöleni sunuyor. Sal yaylasında Kadir abinin yeri muhakkak yaylada uğranılması gereken noktalardan biri. Yaylada otlayan ineklerin sütünden özenle yaptığı sütlaç o kadar lezzetli ki bu tadı hangi ünlü pastanede tadabilirim diye düşünmeden edemiyorum. Sislerin içinde hafif yağmurla beraber ineklerin çan sesleri eşliğinde yenilen sucuklu bir tostu ise hiçbir sofraya değiştirmem mümkün değil. Bu anı fotoğraflayıp aklımın bir köşesine kaydediyorum. Unutamayacağım tatlı, güzel anlardan biri daha hafızamdaki yerini alıyor.
Hava durumunun elverişsizliği Huser’i görmemize bu kez fırsat vermiyor. Ama ben bu olumsuz durumu tekrar Çamlıhemşin’e gelmek için bana gönderilen ilahi bir mesaj olarak algılıyorum. Gün geceye evrilirken, Fırtına deresinin tatlı-sert akışına kendimi teslim ediyor ve uykunun kollarına kendimi bırakıveriyorum.
İkinci gün, çok merak ettiğim Tar deresi ve Bulut şelalesi var rotamızda. Bu arada Palovit şelalesi de bölgede bulunan görülesi harika bir şelaledir fakat onu daha önce görmüş olduğumuz için yeni bir deneyim olarak Bulut şelalesinin yolunu tutuyoruz. Arabayı park ettikten sonra harika manzaralar ve akan Tar deresi eşliğinde yürüyüşe başlıyoruz. Uzun ve maceralı yürüyüş parkurunun sonunda bir doğa harikası olan şelaleye ulaşıyoruz. Sabah on sularında vardığımızdan mi bilinmez bize eşlik eden sadece şelalenin akışı ve kuş sesleri oluyor. Tek bir insan dahi olmaması şelalenin büyüleyici etkisini bence yüz kat arttırıyor. Bulut şelalesi; ülkemizin en yüksekten akan şelalesi unvanına da sahip. Tam 250 metre yüksekten düşen suların altında olmak, akışa teslim olmak ve doğanın sessizliğinde o huzuru yaşamak harika bir deneyim oluyor. Şelalenin akışından aldığım keyfi ve huzuru tekrar nerede ve nasıl bulabilirim bilemiyorum. Anın tadına varsamda kalbimi orada o anda bıraktım diyebilirim. Bahşettiği bu muhteşem anlar için yaratıcıya ne kadar şükretsem az diye düşünüyorum.
Son günümüzde de rotamızı Çayeli’nin çaylarla kaplı tarlaları olan Çeçeva (Haremtepe) köyüne çeviriyoruz. Çay tarlalarının estetik dizaynı, sıralanışı ve bu görüntünün birde manzarayla bütünleşmesi Çeçeva da çok keyifli bir seyir ortaya çıkarıyor. En temel içeceklerimizden biri olan çayın toplanışı, işlenişi ve çay toplama deneyimini yaşamak adına da bizim için güzel bir gezi noktası oluyor. Karadeniz rüyamızı, Haremtepe’yi de ardımızda bırakarak sonlandırmış oluyoruz.
Ah Karadeniz! Ben seni nasıl ve ne kadar anlatabilirim bilemiyorum. Sana gelip, seni yaşayabilmek en etkili olanı sanırım.
O halde ne diyelim;
“Sen Anlat Karadeniz…”