1960’ların sonları…
Elâzığ sokakları tozlu, taşlı ama bir o kadar da canlıydı. O dönemi yaşayanlar hatırlar: Elâzığ Belediyesi’nde elinde tüfeğiyle gezen biri vardı. Adı herkesin dilinde “Köse”ydi. Görevi, başıboş köpekleri vurmak, öldürmekti. Biz çocukken onun “köse” oluşunu bir lakap değil, yaptığı işin adı sanırdık.
Her sabah bir yerden silah sesi duyulur, ardından sessizlik çökerdi. Biz çocuklar korkuyla izlerdik; büyüklerimizse sessizce bakar geçerdi. Düşünebiliyor musunuz, izlerdik! Şimdi insanın tüyleri ürperiyor. Bu nasıl bir mantıktı, nasıl bir cehaletti?
Çocuğuz… Önümüzde masum bir hayvan öldürülüyor ve biz seyrediyoruz. Hadi biz anlamıyoruz diyelim; peki ya büyüklerimiz? Nasıl olur da kimseden bir ses çıkmaz? Belki de o dönem insanların kalpleri, hayatın zorlukları kadar sertti. Yokluk, endişe, geçim derdi… Merhamet geri planda kalmıştı.
Cehalet mi, yoksulluk mu, yoksa insanların birbirine olan bağlılığı mı hayvanlara karşı körleştirmişti bizi, bilmiyorum. Belki de o yıllarda insanlar birbirine öyle sıkı sarılmıştı ki hayvana yer kalmamıştı. Ama ne olursa olsun, görmezden geldik. Ve o sessizlik şimdi içimizde yankılanıyor.
Bugünse tam tersi bir tablo var. Peki, neden insanlar hayvanlara yöneldi? Hayat kolaylaştı, teknoloji ilerledi, şehir büyüdü. Ama bir şey daha değişti: İnsanlar birbirine olan güvenini kaybetti. Eskiden komşuya emanetti çocuk; şimdi kimse kimseye güvenemez oldu. Dostluklar çıkarla ölçülür hale geldi. Ve belki de bu yüzden insanlar hayvanları dost edinmeye başladı. Gerçek vefayı onlarda buldu. Çünkü bir köpek seni yargılamaz. Bir kedi kandırmaz. Bir kuş senden menfaat beklemez.
Şu an iki arkadaşım var; ikisinin de adı “Aboş”. Biri Antalya’da, biri Elâzığ Harput’ta yaşıyor. İkisinin de evinin kapısı bu dostlara sonuna kadar açık. Bizim oralarda “Aboş”, Abdullah’ın yerel söylenişidir. Ama nedense bu iki Aboş, o ismin anlamını yaşatır gibi yaşıyorlar: Şefkat, merhamet… Sokaktaki canlara yalnızca kapılarını değil, aşlarını ve yataklarını da açarlar.
Onlar için bir tabak artığı, bir battaniye parçası bile vicdanın sesi gibidir. Belki de gerçek dostluğun ne olduğunu en iyi onlar anladı. Belki de o eski sessizliğin kefaretini şimdi ödüyoruz. Bir kap su koyarken, bir sokak köpeğini okşarken, geçmişte sustuğumuz her anı biraz olsun affettiriyoruz kendimize.
Köse artık yok. Ama onun gölgesi hâlâ eski Elâzığ sokaklarında dolaşıyor gibi. O gölge bize, geçmişte eksik kalan merhametin bugün neden bu kadar çoğaldığını hatırlatıyor. Ve belki de o masum dostlar bize, kime güveneceğimizi ve insan olmanın ne anlama geldiğini öğretiyor.
Sonuçta: Köse gitti, Aboş’lar geldi…
Ama belki de asıl değişen biz olduk.
Şimdi iyi mi oldu? Evet, çünkü nihayet vicdanın sesini duymayı öğrendik.