“Bilime ve düşünceye sırtını dönen bir toplum, kendi geleceğini de karanlıkta bırakır.”
Şimdi gelelim omzumuzdaki gerçek cinlere.
Bakın, birinci bölümde omzumuzda bir cinin oturup bizi izliyor olabileceğinden söz ettik. Elbette bu bir metafordu. Ama şunu sormalıyız:
“Eğer biz düşünmezsek, bizi yönlendiren “omuzdaki ses” kimin sesi olacak?”
Akıl mı, hurafe mi?
Bilim mi, batıl mı?
Yoksa teknolojik ilerleme sağlayan ülkeler mi?
Tarihe, dine ve bilime baktığımızda bambaşka bir tablo karşımıza çıkar:
Aklını kullanmayanların başına “pislik yağdırılacağı” nı söyleyen bir kutsal kitaba sahibiz.
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” diye soran bir dine mensubuz.
Akla düşman her şeye “dur” demezsek, bizi şekillendiren “görünmez güçler” (!) olacak. Onlar bilimle cin olup omzumuzda otururken, biz hâlâ sözde rehberler, batıl umutlar, sahte kurtarıcılardan medet umar hâlde kalacağız.
Bugün, görünmezliğin sadece teknolojiyle değil, algıyla da mümkün olduğunu biliyoruz. Bizi manipüle eden şey artık sadece fiziksel gözümüzü değil; aklımızı, duygularımızı ve değer yargılarımızı hedef alıyor. Ve bunu yapanlar, çoğu zaman şeytan kılığına da girmiyorlar. Bazen bir haber, bazen bir reklam cümlesi, bazen bir sosyal medya akımı…
Görünmeyen ama yönlendiren “omuzdaki cinler” artık yepyeni isimler taşıyor.
Algı mühendisliği,
Filtrelenmiş gerçeklik,
Editlenmiş gündem,
Dijital kalabalıklar...
Bu cinler; sana neyin doğru olduğunu fısıldıyor, neyin normal sayılacağını kararlaştırıyor ve çoğu zaman neye kızacağını, neye ağlayacağını bile dikte ediyor. Ve biz, kendi aklımızı kullanmadığımız sürece bu fısıltıları gerçek sanıyoruz.
Çünkü görünmezlik artık ışığın değil, bilginin kontrolüyle sağlanıyor.
Medya sadece olanı anlatmaz; neyin “önemli” olduğunu da belirler. Göstermediği bir şeyi toplum hiç olmamış sayabilir. Tersine, sürekli gösterdiği bir şeyi devleştirebilir. Algıyı yönetmek, gerçeği üretmekten daha etkili hâle gelir.
İşte bu noktada sorumluluk bizdedir.
Omzumuza kimlerin oturduğunu fark edebilmek için “ne izliyorum?”,“neden inanıyorum?”, “bu düşünce bana mı ait, bana verilen mi?” gibi soruları sormak zorundayız.
Aklı dışlayan her fikir, “düşünme, itaat et” diyorsa; orada bir cin vardır.
Her fikri kutsallaştıran, her eleştiriyi hainlik gibi gösteren sesler, omzundaki gerçek kişiyi gizler.
Her gün ekranlarda gördüğün ama hiç sorgulamadığın bilgi parçaları; sessizce zihnini inşa ederken, sen hâlâ kendi düşüncelerine sahip olduğunu sanırsın.
Peki ne yapacağız?
Öncelikle fark edeceğiz.
Sonra kendi aklımıza yatırım yapacağız.
Okuyacağız, düşüneceğiz, şüphe edeceğiz.
Farklı kaynaklara, farklı görüşlere bakacağız.
Çünkü yalnızca kendi ışığını üretebilen bir zihin, başkasının gölgesinde kalmaz.
İşte o zaman, “Omzumda kim var?” sorusu yerine, şu cümleyi kurabileceğiz:
“Omzumdaki artık benim sesim"