Engin Çakır

Taşlara Oyulan Teknoloji: Bilmediğimiz Bir Geçmişin Yankısı mı?

Engin Çakır

Bazen insan kendine garip sorular sorar.

Mesela bir felaket olsa... Her şey yıkılsa. Elektrik gitse, internet çökse, fabrikalar dursa. Yani dünya bir anda bin yıl geriye gitse. Hayatta kalabilen birkaç kişiden biri olsak… Ne yapardık?

Düşünsene, elimizde hiçbir şey yok. Bilgisayar yok, kâğıt yok, kalem bile yok. Bugün kullandığımız teknolojilerin nasıl çalıştığını biliyoruz ama hiçbirini üretecek altyapımız yok. Bir kalemi bile sıfırdan yapmak bizim için imkânsız olurdu.

Peki, yaşadığımız bu teknoloji çağını nasıl anlatırdık? Geleceğe nasıl iz bırakırdık?

Belki biz de taşlara kazırdık gördüklerimizi, hatırladıklarımızı, bildiklerimizi... Bir astronotu, bir uçağı, bir dev gemiyi... Taşlara oyup, “belki biri bir gün anlar” diye umut ederdik.

Aslında bu sadece bir varsayım değil. Çünkü geçmişin taşlarına baktığımızda buna benzer  şeylerle karşılaşıyoruz.

---

Taşlarda Astronotlar ve Uçan Cisimler

Sümer tabletlerinde, Antik Mısır duvarlarında, Orta Amerika’daki Maya tapınaklarında ve hatta Hindistan’daki eski metinlerde... Hepsinde bir şekilde gökten inen varlıklar, uçan cisimler, tuhaf kıyafetli insanlar resmedilmiş.

Palenque Tapınağı’ndaki ünlü taş kabartmayı bilirsiniz belki. Mayaların bıraktığı bu figürde, bir adam uzanmış ve etrafında adeta bir kokpit düzeni var. Bunu gören bazıları hemen “uzaylılar geldi” diyor. Kimileri de “Anunnakiler” diyerek bambaşka mitolojiler yazıyor.

Ama belki de o taşlar, geçmişte gerçekten gelişmiş bir uygarlığın yaşadığını anlatmaya çalışıyordur. Uçmayı bilen, yıldızları gözleyen, gelişmiş makineler yapan bir insanlık... Belki bu yaşanmış bir gerçekti. Belki bir yok oluş döngüsüne yakalandılar.

---

Nuh Tufanı Sadece Bir Masal mı?

Nuh Tufanı sadece bir dine ait bir hikâye değil. Aynı anlatı Mezopotamya’da Gılgamış Destanı’nda, Hindistan’da Manu efsanesinde, Yunanlar'da Deukalion tufanında, hatta Orta Amerika’daki Azteklerde bile var. Neredeyse tüm eski uygarlıklar, bir zamanlar her şeyi silip süpüren büyük bir tufanı anlatıyor.

Bu bir tesadüf olamaz. Belki gerçekten yaşanmış, küresel bir felaketti bu. Ve o tufandan sonra sadece birkaç kişi hayatta kaldı.

Onlar, teknolojiyi birebir yaşamışlardı. Uçan makineleri, dev yapıları, bilgiyle kurulmuş şehirleri tanımışlardı. Ama artık hiçbir şey kalmamıştı. Ne metal işleme vardı, ne elektriği taşıyacak kablo, ne yazı yazacak kâğıt...

Bilgiyi sadece taşa oyarak aktarabildiler.

Zaman geçti. Yeni kuşaklar geldi. O taşlardaki resimlere bakıp anlam veremediler. Efsaneler uydurdular. Tanrılar dediler, uzaylılar dediler, Anunnakiler dediler...

Belki hepsi, o taşlara bir anlam verebilmek içindi. Çünkü gerçek, o kadar ileri ve o kadar uzak görünüyordu ki, başka türlü açıklanamıyordu.

---

Peki Ya Şimdi?

Şimdi tekrar düşün.

Bugün böyle bir döngü yaşansa, biz hayatta kalanlardan biri olsak... Telefonu görmüşüz, televizyonu, uçağı, dronu, uyduyu... Ama elimizde bir çakı bile yok.

Ne anlatırsak anlatalım, çocuklarımız “bu gerçek olamaz” diyecek. Belki biz de bir kayanın üzerine uçan bir makine çizeriz. Belki o makineye binmiş bir insanı resmederiz. Astronotu...

Sonra, birileri bin yıl sonra o taşı bulur ve şöyle der:

“Herhalde tanrılara tapan ilkel bir toplumdu. Böyle garip figürler çizmişler.”

Ama biz biliyoruz ki, o figür bir anıydı. Bir şahitlikti. Bizim yaşadığımız, ama artık üretilemeyen bir çağın sessiz kalıntısıydı.

---

Her Şey Tekrar Ediyor

Belki insanlık, tarih boyunca defalarca yükseldi, zirveye ulaştı, sonra yok oldu.

Belki her döngüde bazı bilgiler kaldı ama araçlar kayboldu.

Ve her döngüde insanlar, her şeye yeniden başlamak zorunda kaldı.

 “Şu an zirvede olduğumuzu sansak da, belki de sadece başka bir döngünün tepe noktasındayız. Ve tıpkı öncekiler gibi, biz de sona yaklaşıyoruz.

Yani?

“Belki bir gün, biz de taşlara kazınacağız.”

Yazarın Diğer Yazıları