Hayatın en keskin aynası, yüzüne bakmaktan çekindiğimiz insanlardır. Kırdığımız, incittiğimiz, görmezden geldiğimiz ya da bir anlık öfkemize, dikkatsizliğimize kurban ettiğimiz insanlar… Onlara bakamamak, aslında en çok kendimizle yüzleşememektir. Çünkü insan, en büyük utancını başkasına değil, kendi içine saklar.
Kırdığımız insanların karşısına çıkmak, yalnızca bir özrü değil; aynı zamanda kendi egomuzu, gururumuzu, hatalarımızı kapının dışında bırakabilmeyi ister. Bu zordur. Çünkü her insan hatasını bilir, ama her insan hatasıyla yüzleşmeyi beceremez. Yüzleşmek cesaret, susmak kolaylıktır. Bir kelime söylemek zordur, sırtını dönmek daha rahat.
Ama şunu da unutmamak lazım: Biz, kırdığımız insanların yüzüne bakmaktan utandığımız kadar insanız. Eğer utanç duyuyorsak, hâlâ içimizde diri bir vicdan var demektir. Utanmayanın, pişman olmayanın, “Ben doğruydum” inadıyla yürüyenin insani tarafı eksiktir. Asıl kayıp, hatayı kabul etme erdemini yitirmektir.
Kırdığımız kişi sessiz kalmış olabilir, bize kızmamış gibi davranabilir, hayatına devam ediyor gibi görünebilir. Ama insan, kendi içinde o hesabı hep taşır. Gecenin bir vakti akla düşen küçük bir sızı, bir bakışın içinde gizlenen o kırılganlık… Bunlar hatırlatır bize: Bir yerlerde bir şeyi eksik bıraktık.
İyi insan olmak; hiç kimseyi kırmamak değil, kırdığımızda bunu fark edip tamir edebilmektir. Sözle, davranışla, zamanla… Çünkü kırılan her şey tamir olur ama tamir edilmeyen her kırık, insanın içindeki vicdanın sesi olur.
Belki bugün cesaret edip yüzleşmemiz gereken biri vardır. Belki bir mesaj, belki bir selam, belki bir “Hakkını helal et” demek bile yeter. Çünkü insan, bazen bir cümleyle bile yeniden insan olur.
Unutmayalım:
İnsanı insan yapan, hatasızlığı değil; hatasının ardına saklanmaması, yüzleşebilmesidir.