“İnsanlar kandırılmadı, insanlar faşizmi arzuladı.”
-Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Üzerine (1933)-
Wilhelm Reich’ın bu sözü, insanın özgürlükle olan çelişkili ilişkisinin belki de en çıplak ifadesi… Çünkü faşizm, yalnızca bir zorbalık biçimi değil, aynı zamanda bir arzunun ifadesidir. İnsan, özgürlüğün yükünden kaçmak için, kendi boyunduruklarını sever. Özgürlükten çok, birine boyun eğmenin rahatlığını ister. Reich, bu durumu “otoritenin libidinal çekiciliği” olarak tanımlar: İnsan, kendisine hükmeden güce hem korku hem de arzu duyar. Özgürlük, sorumluluk getirir; oysa itaat, huzur vaat eder.
Erich Fromm da benzer bir biçimde “Özgürlükten Kaçış” kitabında modern bireyin trajedisini anlatır:
“Modern insan özgürleşti ama yalnızlaştı; güvenini yeniden bulmak için kendini otoriteye teslim etti.”
Fromm’a göre “İnsan, özgürlüğün yükünü taşıyamadığında, zincirlerini özler.” Bu yüzden otorite, bir bastırma biçimi olmaktan çok, bir sığınaktır. Kitleler, özgürlüğü değil, birine boyun eğmenin huzurunu arar.
Jean-Paul Sartre bu durumu daha varoluşsal bir düzeyde tarif eder:
“İnsan özgürlüğe mahkûmdur; çünkü bir kez dünyaya atılmıştır ve her eyleminden sorumludur.”
Sartre’ın özgürlük anlayışı, romantik değil trajiktir. Tanrı’nın yokluğunda insan, kendi değerlerini kendisi yaratmak zorundadır. Bu ise yalnızca bir özgürlük değil, ağır bir sorumluluktur. “Kendimizi seçmekten başka seçeneğimiz yok,” der Sartre… Fakat çoğu insan, kendi seçimlerinin ağırlığını taşıyamaz; bu yüzden, başkalarının kararlarına boyun eğer… Kitleler, kendi hayatlarının anlamını bir başkasının ağzından duymayı tercih ederler.
Gustave Le Bon, “Kitleler Psikolojisi” adlı eserinde bu eğilimin toplumsal yönünü gösterir:
“Kitle düşünmez, hisseder; hissettiği de kendisine ait değildir.” Kitleyi yöneten akıl değil duygudur. Bir araya gelen insanlar, bireysel zekâlarını değil, birbirini taklit eden duygularını paylaşırlar. Bu yüzden bir liderin gücü, fikirlerinden değil, hislerine dokunabilmesinden gelir. Le Bon’un ifadesiyle, “Kitleye hükmetmek, onun düşüncelerini değiştirmek değil, hislerine dokunmaktır.” Faşizm bu psikolojiden doğar… Bireyi düşünmenin yükünden kurtarır ve ona basit bir görev verir. İtaat etmek.
Hannah Arendt, “Eichmann Kudüs’te” adlı eserinde, kötülüğün bu sıradan doğasını çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Nazi subayı Eichmann’ın bir canavar değil, sadece görevini yapan sıradan bir memur olduğunu fark ettiğinde, “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramını geliştirir. Ona göre büyük kötülükler, şeytani ruhlardan değil, düşünme zahmetine katlanmayan insanlardan doğar. “Kötülük çoğu zaman şeytani değildir; sıradan insanların düşünmeden yaptığı şeydir,” der Arendt… İnsan düşünmeyi bıraktığında, vicdan da susar. Ve vicdanın sustuğu yerde, konforun sessizliği hüküm sürer…
Reich’ın tespiti bu nedenle hâlâ günceldir. Faşizm bugün farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Tek tip üniformalarla değil, ekran ışıkları ve algoritmalarla… Ama arzu aynı arzudur. İnsan hâlâ düşünmemeyi, sorgulamamayı, sadece “ait olmayı” ister. Michel Foucault bunu şöyle özetler: “İktidar, bizi baskılayarak değil, bize kim olduğumuzu söyleyerek yönetir.” Günümüzün iktidar biçimleri, itaatten çok kimlik üretir; bizi susturmaz, yönlendirir. Ve biz, bu yönlendirilmeyi bir özgürlük biçimi sanırız.
Faşizm, Reich’ın dediği gibi, bir kandırılma değil, bir arzudur. Düzen, güvenlik ve aidiyet arzusudur. Ama özgürlük, tam da bu arzulara direnme cesaretini gerektirir. Çünkü özgürlük, huzurun değil, sorumluluğun adıdır.
“Eleştiri, yönetilmemek sanatıdır.” Der, Foucault… Belki de özgürlüğün en hakiki biçimi, tam da bu sanatı hiç unutmamaktır.