Türkiye, 1959 yılında tam üyelik için Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurmuş, 12 Eylül 1963’te imzalanarak 1 Aralık 1964’te yürürlüğe giren Ankara Antlaşması ile bu süreci başlatmıştır. O günden bugüne devam eden müzakereler kapsamında Türkiye, Avrupa Birliği'nin (AB) talep ettiği birçok taahhüdü yerine getirmiş fakat her seferinde öne sürülen yeni şartlar nedeniyle tam üyeliğe kabul edilmemiştir. Buna rağmen, Türkiye AB’ye tam üyelik hedefinden vazgeçmemiş ve bu doğrultuda ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda çeşitli düzenlemeler yapmaya devam etmiştir. Ancak 1964’ten bugüne kadar yapılan birçok düzenlemenin, uzun vadeli etkileri yeterince dikkate alınmadan hayata geçirilmesi, bazı sektörlerde ciddi olumsuzluklara neden olmuştur. Tarım, bu süreçten en çok etkilenen sektörlerin başında gelmektedir. AB uyum süreci kapsamında uygulanan tarım politikaları ve bazı ürünlerin ekimine getirilen kotalar, hem bu ürünlerin üretimini hem de çiftçileri doğrudan etkilemiştir. Uygulanan politikalar nedeniyle 2000-2010 yılları arasında Türkiye’de aktif çiftçi sayısı %33, tarımsal işletme sayısı ise %20 oranında azalmıştır. Bu durum, geçimini çiftçilikle sağlayan ailelerin gelirini düşürmüş ve yoksulluğun artmasına neden olmuştur. Avrupa Komisyonu’nun 2019 yılında yayımladığı rapor, Türkiye’nin tarım sektöründeki destek mekanizmalarının, AB müktesebatına uyum süreci nedeniyle %25 daraldığını göstermektedir. Ne yazık ki uygulanan yanlış politikalar neticesinde, Türkiye birçok tarım ürününde dışa bağımlı hâle gelmiş ve 2002 yılında yaklaşık 5 milyar dolar olan tarımsal ithalat, 2023 yılında 25 milyar dolara yükselmiştir. Tarım sektörünün yanı sıra sanayi ve ticaret sektörleri de bu süreçten olumsuz etkilenmiştir. 1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği Antlaşması, Türkiye’nin AB pazarına erişimini kolaylaştırmış, ancak küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler) üzerinde ciddi bir rekabet baskısı oluşturmuştur. Uluslararası Ticaret Merkezi’nin verilerine göre, 2000-2015 yılları arasında Türkiye’deki KOBİ’lerin %18’i piyasadan çekilmek zorunda kalırken, faaliyetlerine devam eden diğer işletmelerin kâr oranları %12 azalmıştır. Artan maliyetler nedeniyle tekstil, otomotiv ve elektronik gibi sektörlerde de, AB menşeili ürünler ile rekabet zorlaşmış ve bu yüzden sektörel bazda ciddi kayıplar yaşanmıştır. Bunun yanı sıra Maastricht Antlaşması’nda belirlenen kriterleri sağlamak amacıyla yapılan harcama kesintileri, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetlerde aksamalara neden olmuştur. OECD verilerine göre, 2005-2015 yılları arasında, Türkiye’nin eğitime ayırdığı kamu harcamaları %2 oranında azalırken, aynı dönemde AB ülkelerinde bu oran %4 artmıştır. Bu durum, Türkiye’nin eğitim kalitesinin AB ülkeleriyle arasındaki farkın açılmasına ve gençlerin öğrenim imkânlarının kısıtlanmasına yol açmıştır. AB uyum sürecinin bir diğer önemli boyutu ise toplumsal etkileridir. İfade özgürlüğü ve insan hakları gibi konular, ulusal egemenlik açısından tartışmalara neden olmuştur. 2007 yılında yapılan bir ankette, toplumun %56’sı AB’ye katılım sürecinin ulusal kimliğe zarar verdiğini düşünürken, 2021 yılında yapılan bir başka araştırmada bu oran %62’ye çıkmıştır. Diğer yandan, kırsaldan kentlere başlayan göç dalgası kırsal nüfusun azalmasına ve kent nüfusunun artmasına neden olmuştur. Kent nüfusunun artması başta çarpık kentleşme olmak üzere birçok soruna neden olurken bu durum yerel yönetimleri sıkıntıya sokarak bazı hizmetlerin aksamasına neden olmuştur. AB ile yürütülen müzakerelerde, Kıbrıs meselesi, Ermeni soykırımı iddiaları ve azınlık hakları gibi konularda Türkiye açısından önemli başlıklar olmuştur. Avrupa Parlamentosu’nun 2015-2020 yılları arasında yayımladığı raporlarda, Türkiye’nin azınlık hakları konusundaki reformlarını yetersiz bulmuş ve katılım müzakerelerini yavaşlatmıştır. Gelinen noktada, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım süreci modernleşme ve reformlar açısından önemli kazanımlar sağlamış olsa da, ekonomik, sosyal ve dış politika gibi birçok alanda ciddi kayıplara neden olmuştur. İngiltere’nin AB’den ayrılması ve Birliğin kendi içerisindeki sorunları göz önüne alındığında, Türkiye için AB üyeliğinin sağlayacağı katkılar tartışmalıdır. Bu nedenle, AB’nin içerisine düştüğü durum dikkate alınarak müzakere sürecinin daha dengeli bir strateji ile ele alınması, kısa, orta ve uzun vadeli etkileri değerlendirilerek yürütülmelidir. Başta Gümrük Birliği olmak üzere bugüne kadar imzalanmış tüm antlaşmalar gözden geçirilmeli ve Türkiye’nin aleyhine olan şartlar zaman kaybedilmeden lehimize olacak şekilde güncellenmelidir. 19.yüzyılın başlarından itibaren başlayan batılılaşma sürecinin yanlış anlaşılması ve yanlış uygulanması, toplumu derinden etkileyerek birçok soruna neden olmuş ve ne yazık ki batılılaşma sevdası topluma ağır bedeller ödetmiştir. Bütün bunlar dikkate alındığında, Türkiye, batılılaşma sürecini yeniden değerlendirmeli, köklü geçmişinden ve kadim medeniyetinden aldığı ilham ile yönünü belirlemelidir. Uluslararası ilişkilerde denge gözeterek milli ve bağımsız politikalar geliştirmeli, küreselleşen dünyada izole olmadan kendi değerlerini koruyarak ilerlemeli ve tarihin derinliklerinden aldığı güçle geleceğini şekillendirmelidir…