Çorbayla güne başlamak, Anadolu’nun birçok yerinde köklü bir alışkanlık… Hem pratik hem de doyurucu bu alışkanlık, yoklukla açıklansa bile aynı zamanda kültürümüzün bir parçası… Sabahın serinliğinde dumanı tüten bir çorba, insanı hem bedenen hem ruhen ısıtır ve sofranın sadeliğini bir tür felsefeye dönüştürür;
“az ama öz” diyerek, hayatın özünü hatırlatır.
Çocukluğumun sabahları hep çorbanın buharıyla başlardı. Siyah beyaz karelerin birbirine kenetlendiği bir örtü seriliydi yer sofrasında. Ahşap yuvarlak masa, alçak boyuyla biz çocukların dünyasına daha yakın, büyüklerin vakarına ise biraz uzak dururdu. Mercimek çorbası çoğu zaman sofranın baş tacıydı; bazen tarhana, nadiren dövme… Ama hangisi olursa olsun, ekmek parçalarını çorbaya doğrayıp kaşıklamak, günün en güvenli ve en huzurlu ânıydı. O sade hareket, aslında hayatın bütün ağırlığını taşırdı: yokluğun, kanaatin, sabrın… Mercimeğin sarı rengi, tarhananın kırmızı tonu, dövmenin beyazı… Hepsi sofraya yayılan birer sabah duasıydı.
Annem sofranın en sessiz misafiriydi. O, kaşık tutmazdı; sadece izlerdi. Bizlerin iştahını, babamın çorbayı içişini, örtünün üzerinde biriken kırıntıları…
Babamın anneme yönelik “ellerine sağlık” sözü ise sofranın en değerli parçasıydı. Bu söz, annenin sessizliğini tamamlayan bir yankıydı. Çorbanın tadı kadar, o sözün sıcaklığı da doyururdu sofrayı. Belki o an farkında değildim ama o sabah ritüeli, bir aileyi ayakta tutan görünmez bağların en güçlü ifadesiydi.
Bugün sofralar çeşit çeşit peynirler, zeytinler, ballar ve tereyağlarıyla dolup taşsa da ben hâlâ sabahları çorbayla güne başlıyorum. Belki alışkanlık, belki özlem… Ama her kaşıkta çocukluğumun o huzurlu günlerine dönüyorum. İçtiğim çorbanın buharında hâlâ kareli örtüyü, annemin bakışlarını, babamın sözlerini görüyorum. Ve her sabah, çocukluğumu yeniden yaşıyorum.